Çıkmaz sokakları hiç sevmem ama ben pek sevmesem de, tesadüf bile olsa, yolum sık düşer oralara nedense. İnadına bir şeyler çeker beni o sokaklara sanki; çözemem...

Küçücük dünyaları vardır o sokakların; yaşayanların dışında  başka kimselerin bilmediği

Hüznün de, sessizliğin de, yalnızlığın da, çaresizliğin de feriştahı sanki bu sokaklardadır gibi gelir; nedendir bilemem

Kendi halinde herkesten uzaktır bu sokaklar...

Bir sürü mutluluklar da yaşanır tabii, yaşanmaz mı hayat bu. Ama yolum düştü mü hep bir kıstırılmışlık hep bir yalnızlık hissi çöreklenir yüreğime o sokaklarda

Sokağın ne suçu var aslında ama işte ahh bu ben...

Hep bir alaca hüzün ya da geçmişin peşimi bırakmayan tarifsiz nefesini hissederim o çıkmazın sonunda...

Güneş sanki pek bi ürkektir; uğramaz sıkça buralara. Çok garip gelir iki adımlık koyu gölgelere mahkum o sokaklar bana. Yalnızlığın hüküm sürdüğünü anlarsın, sırt sırta o küçücük evlerin soluk yüzlerinde

Akşam oldu mu da çiçekli tüllü pencerelerden sarkan belli belirsiz beyaz titrek ışıklar eşlik eder gecenin ıssızlığına, sanki biraz korkarak

Kapı önü sohbetleri de fısıl fısıldır, başkaları duymasın diye eminim..

Girdin mi o sokağa bütün gözler sana çevrilir, hissedersin bütün bakışları. Bazen rock yıldızı gibi havaya, bazen de yerin dibine girersin. Ortası yoktur. Kaçamazsın o sert, keskin bakışlardan. “Aman Allah’ım bir an önce çıkabilsem buradan” dersin ama yol bitivermiştir bi kere. Ya maziye güç bela yaslanan bir duvarla ya da görmüş geçirmiş, feleğin sillesini yediği her halinden belli soluk benizli iki katlı bir evle yüz yüze gelirsin; kapısı mavi. İşte bu, bu sokakların gerçeğidir  ve ne yapacağını şaşırır kala kalırsın. O meraklı gözler eşliğinde geri dönmek de ne zordur amma velakin başka da çaren yoktur. Utana sıkıla dönersin gözlerini kaçırarak..

Aslında çok şey anlatır o sessizlikte çıkmaz sokaklar ama sen anlar mısın bilemem?

Hem bu cennet vatanın, hem hepimizin hem de benim içim yanıyor bu günlerde. Herkes ne canlarını kaybetti, ne sevdalarını gömdü içine. Ateş düştüğü ocakları yakıyor hem de  alev alev.

Ayrıca otuz yıldan fazla yol yürüdüğüm, birlikte; kah düştüğümüz kah kalktığımız, kah ağladığımız kah güldüğümüz, kah birbirimize sövdüğümüz bazen de birbirimizi yediğimiz ama hep yanımda olan sevgili arkadaşımı, kardeşimi, ortağımı yitirmek de çok koydu bana. Başkaları olsa bunca yılda çok kereler çeker giderdi birbirinden ama biz gitmeyenlerden olduk; ta ki toprak ayırana kadar..

İşte yine sevmediğim o çıkmaz sokakların birindeyim bir haftadır. İçimde kocaman bir boşluk ki tarifi yok. Kıstırılmış bir yalnızlık ve çaresizlik içindeyim. Geçecek biliyorum; lanet hayat böyle ama delip geçecek bu sefer onu da biliyorum...

Hiç söylemeyi  sevmesem de dünyanın ne kadar anlamsız olduğunun buz gibi soğuk bir gerçeğidir aslında ‘hayat devam ediyor’ lafı. İnsanın ve hayatın çok acımasız olduğunu en iyi bu laf özetler aslında.

Kimseye pek bir şey olmuyor aslında. Su eninde sonunda yerini yolunu buluyor da; hep derim “vah gidene...” Analar yanar en çok da...

Acılar dilsizdir bilirim ama yine bilirim ki en ağır sözden daha da çok yakar yürekleri

Yitip giden tüm canların ve gidişinin bu yedinci gününde Yavuz’un da üstüne hep nurlar yağsın.

Ağzından hep çeke çeke alırdım lafı. Hep derdini, sıkıntısını içine atardı. Çoğu insan anlamazdı halinden ama ben uzakta da olsam anlardım. Yine sesini çıkarmadan usulca gidiverdi; hem de aniden. Efendi adamdı. İyi insandı be..

“Kim önce giderse kalan cami avlusunda namaza durunca sağ tarafa gökyüzüne baksın, giden hangimizse ordan el sallasın kalana” demiştik. Üzeyir Garih öldürüldüğü gün biz Şile yolundaydık. İshak Alaton bunun aynısını  cenaze günü kilisede yapmak için sözleştiklerini  anlatmıştı. Biz de “camiye uyarlayalım,  yapalım bunu” demiştik şakayla karışık tee gençliğimizde. Ne çabuk geliverdi o gün. Giden o kalan ben oldum. Ben sözümü tuttum; baktım durdum gökyüzüne. O da sözünün eriydi o da tuttu sözünü eminim. Oradaydı hissettim, biliyorum

Yattığı yer incitmesin dilerim; çok sevdiği babacığına kavuştu....