Masallarım vardı benim;

Minnacık devler, kocaman yürekli cüceler, pamuk şekerinden evler, pamuk prensesler, beyaz atlı ha bi de azıcık kurbağa prensler, öpülmeyi bekleyen uyuyan güzeller, annemin benim için saniyesinde uydurduğu Mustafa amca ve karısı, sonra sonra benim kızıma iki dakikada yazdığım patenti yalnız bende uydur kaydır o masum hikayeler. Gittikçe uzayan bitmek bilmeyen dolambaçlı yollar, kötü kraliçeler, konuşan aynalar, pis cadılar, zehirli elmalar, annemin kucağında fosur fosur uykulara daldığım velhasılıkelam ne masallar ne masallar...

Öyle bir bilmeceydi ki o anlatılanlar benim için. O hikayelerin içinde kaybolup giderdim. Ben miydim beyaz atlı prens, sen miydin pamuk prenses? Rüyayla gerçek arasında ne akide şekeri zamanlardı. Uyandığımda ulaşmak isteyip de bulamadığım,  hevesimin kursağımda kaldığı o muhteşem günler. Gerçekle düş arasında kaldığım hiç bitmesini istemediğim o biricik zamanlar..

Çook uzaklarda kalsalar da hala başımı yastığa koyduğumda o isli sisli ayaz kış gecelerinde hemen annem ilişir yanıma, çıtır çıtır yanan sobada hayal meyal kadife sesi ateşin sesine karışır ve başlar anlatmaya “evvel zaman içinde...” Karlara karışır ruhum, kelebekler uçuşur gönlümde. Ve hiç bitmesin isterim hala o masallar.

Her sabah bu kirletilmiş dünyaya uyanmaktansa öylece kalsaydım keşke o masalların içinde. Ne güzel olurdu.

Hep sonu mutlu mesut bitsin isterdim o masalların. Koca adam oldum hala da öyle bitsin isterim; beyaz atlı prens gelse pamuk prensesi öpse, alıp götürse kendi hayal ülkesine, kırk gün kırk gece düğün yapsalar, sonsuza kadar kahkahalarla yaşasalar. Ya da kötü kraliçe ölse, küçük kız prenses, hayat da bayram olsa. Aslında şimdiki masallar bizim bu zamanlarda sosyal medyalarda yaşadığımız hayatlar gibi değil mi biraz? İnsanlar belki de içleri kan ağlarken hep oralarda mutlu mesut, vur patlasın çal oynasın. Kurgulanmış hikaye, montaj özenti hayatlar işte. Tek fark o masallar masumdular.

Annem ne yapar ne eder hep pespembe sonlandırırdı hikayeleri. Hayat hep karnaval, hep ‘çiçek’ gibiydi. Dizlerinde dinlerken o mucize hikayeleri asla uyanmak istemezdim...

Alışmıştım, hem de ne çok onlara. Sonra sonra elimden birer birer kayıp gittiklerinde öyle şaşırmıştım ki, öyle çok kızmıştım ki anneme beni aldattı diye. Hoyrat rüzgarlar esmeye başlayınca yürüdüğüm yolda anlamıştım ki her şey masalmış, anlatılanlar hikaye. Hayat ise acı bir gerçek. Sonu hiç de hep rengarenk, mutlu mesut bitmeyen, grilerin siyahların, bazen de hafakanların bastığı..

Hiç bitmeseymiş keşke o pembe yalanlarla, mucizelerle dolu masum masallar. Niye bırakıp gittiler ki bizleri?

Kala kaldık işte sonunda en ‘sahici’ masallara, hayatımızı alt üst eden o edepsiz yalanlara. Mert prensler, güzel yürekli prenseslerden; itin puştun kucağına...