Tüm kaygılarımız, kargaşalarımız içinde ömrün ne kadar kısa, ne kadar geçici olduğunu unutuyoruz çoğu zaman.
‘Para kazanmalıyım, saygın ve sevilen bir insan olmalıyım, kendi ayaklarımın üstünde durmalıyım.’ gibi kaygılarla başladığımız hayatımız bu ideallerin peşinde solup gidiyor aslında, kendi ayaklarımızın üstünde durmaya çalışırken hayalini kurduğumuz o dünyalara adım dahi atamadan göçüp gidiyoruz bu dünyadan.
Tabi ki bir açıdan mecburuz, yaşamak için para kazanmaya, güvende ve kendinden emin hissetmek için saygı değer bir insan olmaya. Ama tüm hayatımızı da bu ideallere adamak ne kadar doğru? Hep bir plana, hep bir kurguya ayak uydurma peşinde koşan o yılların hepsini bu yolda harcamak ne kadar doğru? Bazen bu soruları kendimize sorup “dur” demeliyiz belki de bu ritmi, “Daha çok yolum var, hayallerimi de gerçekleştiririm” dediğimiz yaşın üstünden kaç sene geçtiğinin farkında olmalı ve o derin uykumuzdan uyanmalıyız. Daha sonra geçen ömrümüze dönüp baktığımızda pişman olmamak “ne çabuk geçti seneler” dememek için yapmalıyız bunu.
Belki de bu yüzden insanın içini sonbaharda bir hüzün kaplar. Dökülen o yaprakları gördükçe kendi ömrünün de aslında bu kadar kısa, bu kadar narin olduğunu anlar. Yerde biriken o yapraklar gibi birikip giden yıllarını hatırlar gördükçe o kırılgan ve çıplak kalmış ağaçları.
Belki de bu yüzden her birimizin içini anlam veremediğimiz bir hüzün kaplar sonbaharda. Suçu kışın gelişine atarız her zaman, oysa ki ömrü biten o yaprakları görmektir bizi bu hüzne sokan…