Elinizde birkaç tane fotoğraf tuttuğunuzu anımsayın.

Bu fotoğrafların birinde kocaman bir pamuk şekerle atlıkarıncanın önünde gülümsüyorsunuz, diğerinde oyuncak arabanızın tekerleği elinizde ve belli ki kırıldı diye gözyaşı döküyorsunuz; uyuyorsunuz, boyama yapıyor ve salıncakta sallanıyorsunuz. Siz bu küçük anılara bakarken arkanızdan bir büyüğünüz geliyor ve belki de bu zamana kadar en çok duyduğunuz o cümleyi söyleyiveriyor:

“Zaman su gibi akıp geçiyor.”

Bu hikâye size de tanıdık geldiyse başlayabiliriz. Ben Elifsu, satırlarıma hoş geldiniz.

Zaman su gibi akıp geçer, derler hep. Sahiden öyle midir?

Zaman, öylece akıp giderken tek başına mı yolculuk yapar? Yoksa giderken bizden de birkaç şeyi alıp götürür mü? Hayallerimizi, gülüşlerimizi, pembe pamuk şekerimizi, yanakları al al olan bebeğimizi hatta belki de mavi boyama kalemimizi…

Bazen –aslında bakarsanız sürekli- zamanı durdurma isteğimle yanıp tutuşuyorum. Sanki büyük kum saatinin içindeki minik bir kum tanesi gibi, zamanın hırçın kolları arasında savrulup duruyor, o beni nereye götürürse orayı tanımaya çalışıyorum. Bazen yemyeşil kırların arasında koşup duruyorum, bazense dört tarafı kapalı siyah bir kutunun içinde oturup öylece etrafımı seyrediyorum.

Bir şeyler değişiyor; saçlarımla birlikte sorularım da uzuyor, düşüncelerim çeşitleniyor, sorumluluklar sırtıma yükleniyor, algılarım açılıyor, mavi düşler yerini bazı karanlık gerçeklere bırakıyor.

Ve büyümek, zamanın hırçın kolları arasından kucağıma bırakılıyor.

Artık babam karşıdan karşıya geçerken tutmam için elini uzatmıyor, okula tek başıma gitmeye başlıyorum, öğle yemeğimi kendim hazırlıyor, ailemle değil arkadaşlarımla birlikte dışarı çıkıyorum. Televizyondaki çizgi filmlerin yerini diziler alıyor, boyama yapmak yerine test çözmek zorunda kalıyorum. Raftaki oyuncaklarım yerlerini kalın ciltli kitaplara devrediyorlar ve artık oyuncakçıların önünden geçerken ilgimi çeken şey oyuncakların güzellikleri değil, uçuk fiyatları oluyor.

Kötülükleri duyuyorum, onlara dokunuyor ve hatta yaşıyorum. Dünyanın sandığım gibi masum, hayal ettiğim gibi pembe olmadığını görüyorum. Büyümek korkutuyor içten içe ama bu sefer zamanı durduramayacağımı biliyorum. İnsanların papatyaları sadece taç yapmak için koparmadığını anlıyorum. İnsanlar geçip gidiyor yanımdan, kafamın karışıklığını görsünler, anlasınlar istiyorum. Soru işaretleri birikiyor içimde, yanıtları hep farklı yerlerde arayıp duruyorum.

Ama bir şeyi unutuyorum: Tadını çıkarmayı.

Büyümek kendini tanımak, en sevdiğin arkadaşınla tekrar tekrar tanışmak demek. Gençlik ise büyümenin yanında insana verilen en büyük hediyelerden yalnızca biri. Kocaman bir hazine, yıllarca korunması gereken, bir daha yaşanamayacak o güzel anıları en içinde saklayan, insanoğlunun en unutulmaz, en güzide dönemlerinden de biri ayrıca.

Birçok duyguyla ve tecrübeyle aslında gençliğimizde tanışıyoruz. Yanlışlar yapıyor, hatalarımızın boyumuzu bile geçtiğini hissediyoruz çoğu zaman, ama her birinden de ders çıkarıyoruz. Tek başımıza kararlar veriyoruz, yeteneklerimizi keşfediyor ve hatta kendi hayallerimiz için harıl harıl çalışıyoruz. Bazen kaybediyor, bazense o kadar çok kazanıyoruz ki kaybettiklerimizi bile unutacak raddeye geliyoruz. Kaybetmekten korkuyoruz ama kazanabilmek için önce kaybetmemiz gerektiğinin de farkına varıyoruz.

İlk defa deneyimliyoruz her şeyi; kahkahalarla gülüyor, sinirleniyor bazen de kırılıyoruz. Duygularımızı doruklarında yaşıyoruz; bir şeyleri fazla abartıyor, bir şeyleri de hiç umursamıyoruz. Tekrar tekrar okuyoruz aynı satırları, anlamadığımız için değil; sorularımızın cevaplarının orada gizli olduğunu öğrendiğimiz için. Nefret ediyoruz ama çoğu zaman da çok sevmiş oluyoruz. Minik sokak kedilerini daha iyi anlayabiliyoruz mesela, hayatın engebeli yollarını daha dik ve emin yürüyoruz.

Size bir sır vereyim:

Her ne kadar bu zamana kadar büyümek beni de korkutuyor olsa da, artık bu korku yerini heyecana ve meraka bırakıyor. İyi veya kötü her şeyi deneyimlemek istiyorum. Eminim ki, bu deneyimler olgunlaştırıyor beni, bu yaşadıklarım ve çıkardığım dersler hazırlıyor beni her şeye.

Küçük Elifsu’nun bana kattığı birçok şey var ama genç Elifsu’nun bana daha çok şey öğreteceğini tüm kalbimle hissediyorum. Daha yaşanacak çok şey, çıkarılacak bir sürü ders, yapılacak bir sürü hata olduğunun farkındayım.

Yazdığım bir şiirde büyümeyi minik bir fidana benzetmiştim ama anlıyorum ki aslında öyle değilmiş. Artık eminim: Büyümek rengârenk çiçekler açan kocaman bir ağaç. Yapraklarımız hiç dökülmesin!

Hediyelere kucak açın!

Bırakın zaman denildiği gibi su gibi akıp geçsin; geçip giderken yanına gülüşlerinizi, hayallerinizi, pamuk şekerinizi de alıp gitmesin. Aksine onları her seferinde yanında size hediye olarak getirsin!

Ben sizinle tanıştığım için çok mutluyum, bir başka yazıda görüşmek üzere. Kendinize iyi bakın. Her daim çocukluğunuzla, gençliğinizle ama en çok da sevgiyle kalın!